Ardı arkası gelmeyen yangın haberleri ve kadın cinayetleri boğazımızı düğümlemişken biraz su sesi iyi gelsin diye Gürleyik Şelalesi’ne gittik bu hafta kitap kulübümüzle. Uygarlığın Huzursuzluğu’yla Sigmund Freud ise bu yolculuğa çok yakıştı bence.
İnsanların genelde yanlış kıstaslar kullandıkları; iktidar, başarı ve zenginlik için çabalayıp bunlara sahip olanlara hayranlık duyarken yaşamın gerçek değerlerini küçük gördükleri izlenimine kapılmaktan kendimizi alamayız. Ama böylesi genel yargılarda bulunurken, insan dünyasının ve onun ruhsal yaşamının renkliliğini unutma tehlikesine düşeriz.

Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde bulunan Gürleyik Şelalesi Ankara Merkez’e 170 km mesafede bulunan muhteşem bir kamp alanı. Şelaleyi gördüğüm anda bir sonraki gidişimde kamp planını değerlendireceğime dair kendi kendime söz verdim. İki farklı kamp alanının bulunduğu bölgede kulüp arkadaşımın önerisiyle Doktor Camping’i tercih ettik. İşletme sahibinin kızı Elif, o kadar yolu sadece kitap okumak için geldiğimizi duyduğunda biraz şaşırdı. Ama tam da hayallerimizdeki gibi bir yer gösterdi bize. İnsanlardan uzak, suya çok yakın ve sessiz. Ne okuduğumuzu merak etti ama Freud pek ilgisini çekmedi. Dedektiflik ve cinayet romanlarından keyif alıyormuş. Biz de hayvani dürtülerle güdülenen insanın aynı zamanda nasıl uygar bir varlık olmaya çalıştığı karmaşasını konuşacak yaşta olmadığına karar verip teşekkür ettik. Bu sayfada paylaşmak üzere bir poz vermesini istedik. Gürleyik Şelale’sine yolunuz düşerse Elif’le tanışmadan dönmeyin ve benim selamımı söyleyin lütfen. Çok seveceğinize eminim.
Freud ve uygarlığın huzursuzluğu

Kamp alanına inmeden Dedemin Yeri’nde karnınızı doyurabilirsiniz. Bizim yaptığımız gibi atıştırmalıklarınızı yanınızda da götürebilirsiniz. Hazırlıklı giderseniz şelalenin muhteşem suyuna girebilirsiniz. Hazırlıksız da gitseniz muhtemelen suyun cazibesine katılıp kıyafetlerle atlayabilirsiniz şelaleye! İlerleyen zamanlarda meditasyonlarınızda ya da bir hipnoz seansında kullanmak üzere hafızanıza da kaydedersiniz.
Hipnoz denildiğinde aklına Freud gelmeyen bizden değildir. Biz kimiz tam bilmiyorum ama Freud severler burada mı merak ediyorum. Geçen yüzyıla damgasını vurmuş bu insanı okumak, anlamaya çalışmak, fikirlerini tartışmak oldukça keyifli. Beğensek de beğenmesek de bu dünyadan bir Freud geçti.
Metis/Ötekini Dinlemek serisinin beş numaralı kitabı okuduğumuz Uygarlığın Huzursuzluğu. Ocak 2021 yılında basılmış 8. basım. Haluk Barışcan tarafından çevrilen bu kitabın genel anlamda yormayan bir dili var. Psikiyatri, nöropsikoloji terminolojisine yatkın olmak lazım tabi ki biraz. Ders kitabı niteliğinde sıklıkla notlar aldıran, bütün enerjinizi vermeniz gereken bir kitap. Kitabının adını Uygarlığın Huzursuzluğu olarak çevirmiş olmaları Freud’un kemiklerini biraz sızlatmış olabilir. Çünkü kitapta bahsedilen teknolojik bir modernleşmeden ziyade kültürel bir gelişme. Tinsel anlamda modernleşme de denebilir. Bu nedenle Kültür İçinde Huzursuzluk çevirisi daha seveceği bir çeviri olurdu diye düşünüyorum.

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un 1930 yılında yazdığı bu kitabına başlarkenki motivasyonu, dostu Romain Rolland’ın din üzerine yazdıklarına cevap vermek gibi geldi bana. Freud dinleri kitlesel bir sanrı (bir baba figürü olarak tanrı kavramı) olarak kabul etmiş ve pek çok tartışmanın da fitilini ateşlemiştir.
Baba figürü kavramı biraz cinsiyetçi geliyor bana. Sürünün bütün kadınlarını elinde tutan ve erkek çocukları sürü dışı bırakan bir ata hikayesi var. Bu hikaye feminist duygularımı kabartıyor ve Freud'a yükseliyorum. Benim gibi pek çok düşünür de yükselmiş olacak ki modern dönemde psikanalize karşıt görüş sıklıkla gündemde. Bunu yaparken bile Freud'un düşüncelerini kabul edip üzerine yorum yapıyoruz. Yaşasaydı kendisi de bu karşıt görüşleri psikanalitik olarak yeniden analiz ederdi. Sonu gelmeyen analizler silsilesinde bulurduk kendimizi.
İd, ben ve üstben
Kitapta, günümüzde de sıklıkla karşılaştığımız id, ben (ego), üstben (süper-ego) kavramları pek çok düşünürü etkileyecek kadar detayladırılmıştır. İd ve üstben, tıpkı dış stres ve travmalar, dürtüler ve güdüler gibi çok önemli faktörlerken ben, bütün bu etkileşimlerin olup bittiği sahne ve atölyedir. Hayvani dürtülerle güdülenen id, uygarlık yolunda onu kontrol altında tutmaya çalışan üstben ve yukarı tükürsem bıyık aşağı tükürsem sakal deyip bu trajik karmaşada huzursuzluğu sonuna kadar yaşayan ben.
İşler iyi gittiği sürece insanın vicdanı da yumuşaktır. Ben'in pek çok şeyi yapmasına izin verir. Başına bir terslik geldiği zaman ise, insan içine döner, günahkarlığının farkına varır, vicdani taleplerini arttırır, zevklerden feragat eder, kefaret ödeyerek kendisini cezalandırır. Halklar da böyle davranmıştır ve hala da böyle davranır.
Ne dersiniz? Uygarlaşma yolunda dürtlerimizi sürekli kontrol etmek ve birçoğundan vazgeçmek sizce de yeterince rahatsız edici mi?
